**ÇÜNKÜ HALA TANRININ ŞEVKATİ VAR**
Hayfa..
Şubat 2008..
‘’-Öyle hızlı çöküyor ki herşey… ‘’
Melis birden sözünü kesti : ‘’- Ya senin gayen ne arkadaş? Bu sözlerle beni yatağa atamayacağın kesin’’dedi şuh bir tebessümü yüzüne sererken…
Yurdakul hiddetli ama yumuşak tonda sesini kullanan bir derviş gibi:
‘’- Bi sus a.... koyayım.. Gördüğün üzere etinle ilgilenmiyorum. Türüne karşı vejeteryanım ben. Korkma!’’
Ve arkasından bozulan Melis’in gözlerinden alarak gözlerini ,genele hitap etmeye kaldığı yerden devam etti.
‘’-Evet,yakında izlerken bir sigara içimi bile süre kalmayacak. Sabır yada sebatın sabit ivme ile çöküşüyle silinip giderken o kabullenme hissi ,sanırım daha tahammülsüz oluyor insan evladı ahlaka. Ne gerek var zaten?Ha!! Ne gerek var!! Yaşamak için akıla ihtiyaç var ise ve mantık tek temel ise ahlaka ne gerek var? Zeki bir ahlaksız olarak hayatta kalınabilecek ise ahlak sahibi bir aptal olarak neden ölmeye çalışıyor tüm insanlar? Ya da şöyle düşün eğer bir erdem sahibi olarak ahlakın çizgisinde yürüyecek ise insan akıla yada mantığa ne gerek var? Hangisi benim için? Hangisi senin? Kimiz diye sormadan önce hangimiz kimin değerlerini tüketecek, hangimiz kimin değerleri önemseyip sonuna kadar yanında duracak bunu bilmelisin. Bilemeyeceğin pek çok şey,pek çok değişken de var elbette,mesela zaman… Dedim ya öyle hızlı çöküyor ki her şey;zekiler,ahlaklı-ahlaksızlar,aptallar,erdemliler ve mantıksızlar bile unutabiliyor aslında neden var edildiğini…Düşün benzinin tamamen tükendiği gün Porsche sahibi olmak gibi.. Ve zaten konumuz o unutulmuş, p.ç gibi bir köşeye atılmış ve atıldığı köşede göze batan-bakan ‘’insan’’…
Melis dahil diğer kızlar birbirlerine ve bu iki adama bakıp duruyorlardı. Hayatlarının manalarını bulmak,eğlenmek, biraz zamandan ve hayattan çalmak için çıktıkları bu uzak yolculukta kendi memleketlerinden gelen tiplerden ömürlük bir ders alabilecekleri akıllarının ucundan geçmemişti. Yurdakul konuştukça herkes kendi derisinin altından kalbine sinsice ilerleyen öz bıçağı yüzünden ötürü irrite oluyordu.
- İçecek miyiz salak salak konuşacak mısın? Nesin sen ya?
- Melis lütfen bırak konuşsun.
- Evet , konuşsun Melis.Dinlemek istiyoruz,en azından bize saygı göster.
‘’-Yakın temastayım gecelerdir kendimle. Tanrı yukarıdan ,görevlileri ise her yerden gözlüyor beni. Anlaşılan karanlığımı kolaçan eden bir çift gözüm yalnız değil. Yalan söylemenin acısını ve hazzını aynı anda hisseden bir yetim gibi yalanların da sermayeye yontulacak bir yönünü bulmuş olmalıyım ki hiç yaşamadığım hikayeler tasarlıyor ve sırf bana acıyıp sevsinler diye anlatıyorum insanlara. Bak yine yalan söyledim ama kimse anlamadı. Hikayeler tasarlayıp anlattığım doğru ama bunu sevgilerini sunmaları için değil kalkanlarını indirmeleri için yapıyorum. Bu şekilde hem onlara kendileri dışında birşeyi tanıma fırsatı veriyor hem de huzurlu bir şekilde kandırılmalarını sağlıyorum. Dikkatle bakın karanlığıma, ben kurbanının canını yakmadan öldüren bir katilim. Efsunum sevimli ve böyle besleniyorum körelmeye yaklaşmış yaşamlardan. İçlerindeki yalanları kendiminkilerle değiştiriyorum. Bir nevi estetik al gülüm-ver gülüm! Modern son için modüler bir tükeniş… Ne son ama! Her hikaye bitişinde bir yaşamdan çalan, çaldığını daha huzur vericisiyle değiştiren ve yeni bir yaşama sıçradığında minik rutinini heyecan verici bir şekilde tekrarlayan… Bana ne olduğumu sormuştun, al işte ben buyum; yalan yiyici! Günahlarınızı daha hafif olanlarıyla değiştiriyorum.Bundan dolayı kendim ve sizin için O’ndan sürekli af diliyorum. Çünkü hala Tanrı ‘nın şevkati var.’’
Tahsin votka şişesi tutmuş, bardaklara milimetrik bir eşitlikte paylaştırmaya çalışıyordu. Kızların kafası karışmış, Yurdakul’u hem deli hem çekici olarak bulmaya başlamışlardı. Yurdakul ise sedir önü pencereden gözünü şehrin ışıklarına dikmiş uzaklara bakıyordu.Hayfa limanı evlatlarını kaybettikten sonra acısını manipüle etmiş bir anne kadar gizemliydi. Bir yada iki saat sonra sarhoş bir sabaha daha merhaba denecekti ve akılda kalanlar gece başlamadan önce olanlarla aynıydı. Tek fark herkes kendi kalbindeki dikeni tespit etmişti.Kendisine kur yapılmamasından dolayı huysuzlaşan ama ilk defa birlikte sabahladıkları erkeklerle oturur vaziyette bulunmaktan ve bedenlerine dokunulmamasından huzur duyabilecek kıvamda idi kızlar. Tahsin ise Adalet heykeli olmaya karar vermişti kanındaki votka oranı arttıkça.. Yurdakul ışıkları ve odadaki sessizliği tartarken Tahsin’i hayal ediyordu..Kutsal bakire Tahsin… Göğüsleri olmayan ,seyrek bıyıklı ,telaşlı adalet heykeli;Tahsin.. Tahsin hayalinde ise asla dokunamayacağı Melis’in bacakları..
Ülkesinden bu kadar uzaklara ilk kez açılan insanların ortak cüretkarlığı… Tanınmamanın verdiği avantaj ile içinde kalan her istek kırıntısını coşkun bir şekilde değerlendirmeye and içmişçesine içen,sevişen,küfreden, giyinen,sevişemeyen insanlar… Sonuç toprak parçalarının,geleneklerin,inançların ötesinde hep aynı; yalnızlık…
Ve işte kadehler yine havada! İçmenin herkes için farklı manaları olmasına rağmen içilenin aynı olması ne garip! Aynı şeyi içen ama içtiğinin etkisini farklı farklı yaşayan ve değişik sonuçların getirilerini yaşayan bünyeler..
Başka konuşma yaşanmadı. Boşaldıkça sehpaya inen kalkan bardakların,gerektiğinde açılıp-kapanan votka şişesinin kapak sesi.. Herkes yorgundu Yurdakul dışında.. O ise odadaki kadınlarla sevişmek yerine yalnızlığının ırzına geçiyordu ve mırıldanıyordu gözleri pencereden dışarıda ,sessizliği bozarak:
‘’Ervah-ı Ezelden levh-i kalemden,
Bu benim bahtımı kara yazmışlar
bilirim güldürmez devr-i alemden
bir günümü yüz bin zara yazmışlar..’’